8 Kasım 2014 Cumartesi

'Ölmez ağacı'nı öldürdüler, Arzu KÖK (CUMHURİYET, 07 Kasım 2014)

'Ölmez ağacı'nı öldürdüler

Cumhuriyet, Arzu KÖK

"Manisa'nın Soma İlçesi Yırca Mahallesi'nde, yapılacak olan termik santralin kurulacağı alandaki zeytin ağaçları, bu sabaha karşı dozerlerle söküldü. Engel olmaya çalışanlar ise tartaklandı"
Arzu Kök yazdı...
Yayınlanma tarihi: 07 Kasım 2014 Cuma
Termik santral için yüzyıllık zeytin ağaçları sökülüyor, insanlar dövülüyor. Doğaya ve insanlığa ihanet değil de nedir bu?

Zeytin ağacı = Ölmez Ağacı = Sonsuzluğun Simgesi olarak adlandırılır bu ağaç. 3 büyük dinde geçen Zeytin Ağacı için söylenen ilk Latince cümle:  “olea prima arborum umnium est” yani “Zeytin bütün ağaçların ilkidir” Ve o,  yeryüzündeki ağaçların en uzun yaşayanıdır. İnsanlığın yaralarını iyi edecek merhemdir o. Lezzetli, bol enerjili besin maddesidir. Ve Karanlıkları aydınlatacak bir alevdir.

Herkül’ün silahı “Zeytin Dalı”ndan yapılmıştı. Zeytin Ağacını kesmek günahların en büyük olanıydı. Mısırlıların zeytin ağacının yapraklarını ezerek elde ettikleri, krallarını mumyalamakta kullandıkları kıymetli yağ... Sezar’ın Tacı da Zeytin dalındandı. Yapılan müsabakalarda kazanan sporculara Zeus’un kutsal korusundan alınan Zeytin Dallarından yapılan taç takılırdı. Ayrıca Kazanan Atletlere 140 Amfora Zeytinyağı verilirdi. Zeytinyağı, maddi zenginlik ve sağlık kaynağıydı.

Yaşamın sürekliliğini gösteren ağaç... Barış, sevgi, dostluk, sağlık, zafer, ölümsüzlük, bilgelik, akıl, başarı ve adalet simgesi... İşte bu yüce ağaç, gövdesi kurusa bile köklerinden yeniden filizlenir. Ve yaz - kış daima yeşildir zeytin ağacı...

Hâkimler Kitabı'nda geçen bir öykü, ağaçların kendilerine kral seçmek için ilk olarak zeytin ağacına başvurduklarından bahseder: "Vaktiyle ağaçlar, kendilerine kral meshetmek için gittiler ve zeytin ağacına dediler: Bize kral ol. Ve zeytin ağacı onlara dedi: Allah'ın ve insanın bende sena ettikleri (övdükleri) yağımı bırakayım ve ağaçlar üzerinde sallanmaya mı gideyim?"Zeytin ağacından "hayır" yanıtını alırlar. Çünkü o insanlığa hizmeti görev kabul etmiştir. Başka şeyde gözü yoktur. Şimdi ise bu kutsal ağacı kesmek için, üstelik doğaya aşırı derecede zarar verecek, doğanın ve o bölgedeki belki de insanların yok olmasına neden olacak bir Termik Santral için kıyılıyor bu ağaçlara. Değer mi?

Tapusu köylülerin elinde olmasına rağmen zeytin ağaçlarının olduğu araziler köylü geçişine engellenmiş. Zeytin ağaçlarına ve arazisine sahip çıkmak isteyen köylü ise darp edilmektedir. Üstelik devlet buna seyirci kalmaktadır. Arazisine sahip çıkmak isteyen köylü darp ediliyor bir de kelepçeleniyor, hukuk ayaklar altında çiğneniyor ve devlet sessiz. Şirket nasıl ve hangi gücü arkasına almış ki böyle pervasızca hareket edebiliyor? Ahmet Arif’in şiirinde dediği gibi Yırca’da taşları bağlamışlar, köpekler başıboş geziyor.

Soma’da tam bir hukuksuzluk hali, yargısal körlük yaşanıyor. Acele kamulaştırma, bütün her şeyin mutlak kararı gibi gösteriliyor. İlçe Tarım Müdürlüğü, kendilerinin zeytin kesme izni vermediğini söylüyor. Soma ve Manisa belediyeleri, bölgenin planlarında tarım alanı olarak geçtiğini belirtiyor. Yani orada ancak zeytincilik yapabilir deniyor. Ancak vali, kaymakam, savcının tutumu nedeniyle jandarmanın da elini kolunu bağlayan bir idari zafiyet var. Devlet köylüye sahip çıkmıyor. Oysa Atatürk “Köylü milletin efendisidir” demişti. Ve bugün gelirken “Milletin hizmetkarı olacağız”sloganı gelenler milletin efendisi köylüye her türlü eziyeti reva görüyor.

O bölge 1. sınıf tarım arazisi olarak geçiyor. Soma’nın oksijen kaynağı aynı zamanda o zeytin ağaçları. Şimdi onları keserek o bölgeyi nefessiz bırakmak, hatta daha da beteri yok etmek istiyorlar.  Bu şirket ve diğerleri yaşamı tehdit ediyorlar ve devlet bunlara kol kanat geriyor. Bu güzelim ülkenin doğası ve insanları yok olsa kimsenin umurunda olmayacak gibi.  Umarım ki bu gidişe bir son verilir. Termik santralı yerine neden rüzgar santraları yapılmıyor? Neden doğaya, insanlara zarar vermeyecek yöntemler devreye sokulmuyor? Bu güzelim ülkeden ve insanlarından bu kadar mı nefret ediliyor?

İlerleme zannediliyor bu yapılanlar. Oysa asıl ilerleme doğaya tek bir zarar vermemektir. Evet elektrik üretilmelidir ama tek bir ağaç kesilmeden, tek bir nehir yok edilmeden. Ki doğa bize bunu yapmamız için türlü imkanlar vermiş. Rüzgar enerjisinden faydalanabiliriz. Güneş enerjisinden faydalanabiliriz. Ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili, dalgalardan faydalanabiliriz. Ama ne yapılıyor ülkemizde ha bre termik santral açılıyor, yapılıyor. Üstelik termik santrallerin doğaya, bulunduğu bölgedeki insanlığa zararları bilinmesine rağmen.

Unutulmasın ki kesilenler zeytin ağacıdır ve mitoloji zeytin ağacına zarar verenlerin kaderini çok iyi anlatmıştır. Rant uğruna insanlığa ve doğaya zarar verenler kendilerine ve çocuklarına da büyük zararlar verdiklerinin farkındalar mı acaba? Zeytin ağaçlarını kesmeyin efendiler. Doğaya kıymayın. Köylülere kıymayın efendiler…
Arzu Kök

25 Eylül 2014 Perşembe

Latin Amerika solu ilerliyor Korkut Boratav

Tuesday, 26 February 2013 - 10:14

Latin Amerika solu ilerliyor

Korkut Boratav
Korkut Boratav'ın “Latin Amerika solu ilerliyor” başlıklı yazısı 26 Şubat 2013 Salı tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Ekvador’da yedi yıl içinde üçüncü zaferini kazanan solcu Başkan Rafael Correa, ABD emperyalizmine karşı bağımsızlığı ve Ekvador’da “21. yüzyıl sosyalizmi”ni kurmayı hedefliyor.
On beş milyon nüfuslu, petrol ihracatçısı Ekvador’da 17 Şubat’ta seçimler yapıldı. Solcu Başkan Rafael Correa ilk turda yeniden seçildi. Başkan’ı destekleyen Alianza Pais hareketinin, parlamentoda da çoğunluğu elde ettiği anlaşıldı.
Yedi yıl içinde Correa üçüncü seçim zaferini kazanmış oluyor. Üstelik her seferinde güçlenerek… 2006’da ancak ikinci turda seçilebiliyor. 2009’da yüzde 52 oyla ilk turda seçiliyor; geçen hafta aldığı oy oranı ise yüzde 57… Dahası, 2008’de “ilerici ve yeşil” öğeler içeren yeni anayasanın halk oylaması da büyük farkla kabul ediliyor.
Correa, ABD emperyalizmine karşı bağımsızlığı ve Ekvador’da “21. yüzyıl sosyalizmi”ni kurmayı hedeflemektedir. Sancılı dönüşümleri gerektiren hedefler… Bu sancılar, nasıl olup da seçim başarılarını engellemedi? Yoksa, gösterişli hedefler, egemen güçlere teslimiyeti gizlemek için mi kullanıldı? Birkaç bilgi aktaralım; değerlendirelim.
Rafael Correa solcudur; ancak solculuğu devrimci hareketlerden ve Marksizmden beslenerek oluşmamıştır. Eylül/Ekim 2012 tarihli New Left Review’da yayımlanan bir söyleşide, Correa, dünya görüşünün Katolik kilisesinin “kurtuluş teolojisi”nden esinlendiğini açıkça ifade ediyor.
Yoksul bir aileden gelmektedir. Lise sonrasında hep burs alarak okumuş; ülkesinde, Belçika ve ABD’de iktisat eğitimi almıştır. ABD’deki doktorası, Latin Amerika’daki “piyasacı reformların eleştirisi” üzerindedir. 2001’de ülkesine, neoliberalizm karşıtı bir iktisatçı olarak döner.
Döndüğünde, Ekvador çok ağır bir finansal çöküntüden geçmiş; ulusal para “sucre” lağvedilmiş; dolar resmi para olmuş; hiper enflasyon böyle önlenebilmiştir. Toplumsal muhalefet dalgaları, sekiz yılda dört başkanı istifaya zorlamıştır. Bir iktidar boşluğu sırasında genç Correa kendisini Maliye Bakanı olarak bulur. 100 günlük bakanlığı süresinde, IMF reçetelerine şiddetle karşı çıkar; istifa etmek zorunda kalır; ancak birdenbire halk sınıflarınca benimsenir. 2006 sonundaki seçime bir sol platformun başkan adayı olarak katılır ve kazanır.
Altı yıllık iktidarı boyunca Correa ABD hegemonyasını reddeden bir dış siyaset izledi; Latin Amerika’daki sol cephenin radikal kanadında yer aldı. Küba ve Venezuela ile çok yakın ilişkiler oluşturdu. ABD üyeliğini dışlayan Latin Amerika ve Karaib örgütlerinin (ALBA ve CELAC’ın) kuruluşuna öncülük etti; ülkesindeki ABD üslerini kapattı.
Tartışmalı konular Correa’nın içe dönük uygulamalarıyla ilgilidir. Başkanlığı devraldıktan bir yıl sonra ABD’de finansal kriz patlak verir. Ekvador’u da şiddetle etkiler. Correa anlatıyor: “Petrol fiyatı düştü. İhraç pazarları daraldı. Dışarıdaki işçilerimizin transferleri kurudu. Ekonomi dolarlaşmış olduğu için en önemli bir politika aracından (devalüasyondan) yoksunduk. Merkez Bankası bağımsızdı; bu nedenle hükümetler değişir; neo-liberal politikalar aynı kalırdı. Dış borç yükümlülükleri bütçenin yüzde 40’ını alıp götürüyordu.” Bu anlatım, Ekvador ekonomisini emperyalizme bağımlı kılan önemli öğeleri teşhis ediyor.
Correa teşhisten öteye gitti. Anayasa referandumu ile Merkez Bankası’nı hükümete bağladı. Dış borçlanmalardaki yolsuzlukları, ahlak-dışı çıkar ilişkilerini belirledi. Tek yönlü bir moratoryum ilan edildi; sonrasında borçların üçte ikisi silindi. Bankaların likit varlıklarının en az yüzde 60’ının, Merkez Bankası rezervlerinin önemli bir bölümünün ülke içinde tutulması kararlaştırıldı. Sermaye çıkışlarına, bankaların dış varlıklarına, bazı banka işlemlerine uygulanan vergiler ve şirketlerin vergi oranlarındaki artışlar bütçeye önemli destekler sağladı.
Bütçe gelirlerinde ve dış kaynaklarda sağlanan artışlar, güç koşullara rağmen Ekvador’un bir sosyal devlete dönüşümünde önemli adımlar atılmasını sağladı. Asgari ücretler, yoksul ailelere parasal yardım, devletin altyapı, eğitim, sağlık, sosyal konut harcamaları hızla yükseldi.
Bu politikalar içinde (ve Correa’ya göre onların sayesinde) Ekvador 2009 krizini kazasız-belasız atlattı. 2007-2012 yıllarının ortalama büyüme hızı yüzde 4,4’tür. (Türkiye’nin aynı dönem ortalamasının yüzde 3,6 olduğunu hatırlatalım.)
Bu dönüşüm içinde kamulaştırmalar yoktur. Dev petrol şirketlerini millileştirmek yerine, vergi/paylaşım oranlarını yüzde 20’den yüzde 80-85’e yükseltti. Yabancı şirketlerle ham petrol yatırımları için lisans anlaşmaları yaptı. Yerli halklar, yaşam koşullarını tehdit eden bu yatırımlara karşı direnme eylemleri başlattı.
James Petras’a ve Arzu Kök’e göre, bu uygulamaları “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak nitelendirmek yanlıştır. Petrol rantından elde edilen payın artırılmasının mümkün kıldığı popülist sosyal politikalar söz konusudur; o kadar… Yüksek petrol fiyatları son bulunca, bu uygulamaların sürdürülmesi mümkün değildir.
Doğrudur. Yine de, Correa’nın petrol bağımlılığı nedeniyle “bıçak sırtında”, kırılgan bir ortamda elde ettiği seçim zaferi, dünya solu için de bir kazanımdır. Emperyalizmin tahakkümüne karşı halk sınıflarının direnmesinden güç aldığı için…

2 Ocak 2014 Perşembe

SİYASET BYAPMAK

Yönetme olgusu yaşamın tüm süreçlerinde kendine özgü değişik biçimlerde karşımıza çıkar.
Bu açıdan herkes yöneten ve yönetilen olarak bir biçimde bu olguyla iç içedir. Devlet içindeki yönetim –ki bu siyasal iktidardır- yaşamın bütün alan ve süreçlerini etkiler. Bu nedenle de siyasal iktidarı elde etme veya onu etkileme etkinliklerinin hepsi siyaset kavramının içeriğini oluşturur. İdeal anlamda ‘Demokrasi’ halkın kendi kendini yönetme biçimi olarak tanımlandığında ve buna uygun mekanizmaların işleyişi saptandığında gerçek anlamda demokrasiden söz edilebilir. Görüldüğü gibi her iki kavram da yaşamın tüm alanlarında paralellik göstermektedir. Buna rağmen birine olumlu anlamlar yüklenirken diğerine olumsuz anlamlar yüklenmektedir. Bu durumda bir yandan demokrasi istenirken diğer yandan da siyasetten uzak durmak nasıl açıklanabilir ki?
Halk arasında yaygın bir deyiş vardır: ’ Hiç kimse benim ayranım ekşidir demez.’ Sözlerde en ideal şeyler dile getirilirken, bununla örtüşmeyen davranışlarda bulunulmaktadır. Demek ki söz ve davranış arasında paralellik yoktur. Bence amaç ile söylenen arasındaki çelişki kasıtlı bir yanıltmanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Demokrasi özlemini dile getirirken siyasetten uzak durmak bu anlatıma çok uygun bir davranıştır. Ancak bu siyasetin olumsuz çağrışımından kaynaklanan bir durumdur.
Yalın gerçek her zaman yöneteni korkutur. Aslında gerçek herkesi korkutur. Farklı olan, bu korkunun altında yatan nedenler ve ortaya çıkan sonuçlardır. Doğal olarak yanıltmanın yöneldiği amaçlarda farklılık gösterir. Siyaset ise yanıltma çabalarının en yoğun olarak yaşandığı alan olarak gözlenmektedir. Çünkü siyasal erki elinde bulundurma veya o erki elde etme; yaşamı kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmek demektir. Bu anlamda da kimi çarpıtmalarla suyu bulandırarak insanları dışarıda bırakmak bazı çevreler için elverişli olabilmektedir.
Son zamanlarda yaygın bir kanıdan söz edilebilir. Bu ise; siyasetin kirli ve yalancıların işi olduğu biçiminde özetlenebilir. Bu özdeşleşme sonucunda siyasetten uzaklaşan bir kitle oluşmaktadır. Hatta kendini aydın olarak kabul eden bir kesimin de bu sürece dahil olduğu görülmektedir. Gerek bilinçli gerekse bilinçsizce bu görüşün benimsenmesi geleceğe dönük önemli tehlikelere gebedir.
Siyaset, insanın bütün yaşamını düzenleyen hukuk sisteminin uygulanmasından sorumlu bir alandır.
İnsanın düşünsel yaşamından özel yaşamına kadar akla gelen her alanla iç içedir. Bu açıdan insanın temel hak ve özgürlükleri de bu alanın içinde yer alır. O halde siyaset yapmanın her insan için kaçınılmaz olması gerekmektedir. Oysa toplumda bu alanda etkinlik göstermek, eşittir ‘yalancılık’ şeklinde tanımlandığından ve kimse yalancı olmak istemediğinden alanın dışına itilir; ancak alanın etkisinden kurtulamaz. Bu ise siyaset kavramının olumsuz çağrışımının bir sonucudur. Oysaki siyaset alanı ve süreçleri nasıl olur da kendiliğinden olumsuz bir anlama sahip olur.
Siyaset süreci içinde yer alanların, oluşuma katkıda bulunanların amaçları ve siyaset yapma tarzlarının şu ya da bu olması o alanı öyle kılmaz, Siyaset yapanların amaçları ve siyaset yapma tarzları değişirse onun tersine çevrilmesi de söz konusudur. Bu anlamıyla da işin özü sürece müdahaleyle bağlantılıdır. Bu anlamıyla yaşamımızla iç içe olan bir alana müdahale etmek, olması gereken doğal bir hakkımızdır. Siyasetin olumsuz çağrışımından arındırılması ve gereği gibi yapılmasını sağlamak için bu süreçlere müdahale bize haktan öte bir görev sorumluluğu yükler. Eğer biz iyi ve temiz olduğumuza inanıyorsak, siyasal süreçlere aktif olarak müdahale ederek, onu özlemlerimize uygun bir biçime getirerek, yönetim olgusunu olumsuzluklardan arındırmak durumundayız. Siyaset ve demokrasinin iç içeliği düşünüldüğünde bu uğraşıların olumlu sonuçları olacağı açıkça görülmektedir.

Siyasete aktif katılımla, demokrasinin de kurum ve kurallarına uygun işletilmesi ve yerleştirilmesi sağlanabileceği gibi, demokrasi kültürünün oluşmasına da katkı sağlanmış olacaktır. Kitlelere demokrasi için uğraşı ve siyaset yapma çağrısında bulunurken herkesin durup bir düşünmesini istiyorum. Unutmamalıyız ki bu ülke hepimizin. Sahip çıkmalıyız ona…

DİLİMİZ VE DİL BAYRAMI

“Bir ülkeyi ele geçirmek isteyenler, önce dilini ele geçirirler” diyor Konfüçyüs. Sonrasında da ekliyor; ” Bir ulusun önce dilini geliştiririm. Dil düzgün olmayınca; söylenen, söylenmek istenen değildir. Söylenen; söylenmek istenen olmayınca, yapılması istenen yapılmadan kalır, yapılması gereken yapılmadan kalınca, töreler ve sanat geriler. Töreler ve sanat gerileyince, adalet yoldan çıkar.
Adalet yoldan çıkınca, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı, söz başıboş bırakılmaz.”
Yani her şey,  dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Zira milletlerin gelişmişlik seviyeleri dil ile ölçülür. Yani medeni olmanın ön koşulu dildir.
Türkçe, 1928 Harf Devrimi’nin gerekçelerinde belirtildiği gibi, Latin Temelinden Alınan Modern Türk Alfabesi’ni kullanır. Ulu Önder Atatürk Harf Devrimi ardından ‘Güneş Dil Teorisi’ni ortaya atarak, Türkçe’nin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Birçok kavramın da Türkçe karşılıklarını kendisi bularak dilimize kazandırmıştır.   Unutmayalım,
Türkçe gelişmiş bir dildir: çünkü Türkçe’nin söz varlığı bugün 75.000 civarındadır. Türk Dil Kurumu’nun 1945′te çıkardığı birinci baskı Türkçe Sözlük 20.000 civarında kelime varken, 1998′de çıkardığı Türkçe Sözlükte 75.000 kelime vardır. Yeryüzünün en eski ve yeni coğrafya parçasında en çok konuşulan gelişmiş, zengin bir dildir. 1980′lerin ortalarında UNESCO hazırladığı raporda, Türkçe’nin konuşulan sayısı bakımından dünyanın beşinci büyük dili olduğunu açıklamıştır.
Böylesine zengin ve güzel bir dilimiz varken onu bozmaya yok etmeye çalışıyorlar. Onu daha da zenginleştirip doğru kullanımını sağlamak dururken. Neden ? Çünkü dış mihraklar dilimizi yok etmek istiyorlar.
Türkçemiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgârın etkisiyle bir bozma akıldışlığına uğruyor.
Türkçe’nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi.
Caddelerde gezerken başınızı yukarı kaldırıp tabelalara baktığınızda görürsünüz ki isimlerin %70′i yabancı sözcüklerden seçilmiş. Açıyı iyi ayarlayıp bunlardan birinin önünde bir fotoğraf çektirseniz, çevrenizdekilere de ‘Bakın bu falanca ülke ziyaretim sırasında çekilmiş bir resmimdir’ deseniz emin olun ki inanırlar. İnsan bazen hangi ülkede yaşadığını anlayamıyor. Burası Türkiye, beyler, bayanlar.
Dilimize sahip çıkalım. Dilimizi yok etmek isteyen dış mihraklara ve onlara çanak tutanlara izin vermeyelim. Dilimizi doğru kullanalım, kullandıralım.
Bir de dilimizin bu halde oluşu hep gençliğin suçu gibi gösterilip duruluyor. Peki bir genç, kendisini ve çevresini anlamaya başladığı andan itibaren, en utanç verici işler için, “Bunu yapsa yapsa bir Türk yapar” dendiğini duymuşsa, “Burası Türkiye” lafının “Burada her halt edilir!” anlamına geldiğini öğrenmişse, göğüs kabartacak yerli üretimin bile yabancı markaymış gibi sunulduğuna tanık olmuşsa, o gencin kendisiyle ve ülkesiyle övünmesi mi beklenir; yabancı olması koşuluyla her kültüre hayran olması mı? Türkçe’yi düzgün konuşması mı, yabancı dillerde konuşması mı? Durum böyleyken hala gençleri mi suçlayacaksınız, merak ediyorum doğrusu. Atalarımız “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” derler. Ama nedense hiç o iğne bize batmaz.
Suçlu hep dışarılardadır. Kendisini aydın olarak tanımlayanlar, yazarlar, çizerler bile Türkçe’nin düzgün kullanımını geri plana ittikten sonra diğer insanlarımızdan ne beklenebilir ki?
Umutsuz değilim yine de. İnanıyorum ki dilimizin önemi er ya da geç anlaşılacak ve ulaşacaktır hak ettiği yere. Dilimiz yatağından çıkmış bir su örneği, Türk Milleti tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir. Bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim. Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…

Dil Bayramı kutlu olsun…

SEVGİ VE AKIL

Vicdanı delinmiş bir dünyada yaşıyoruz. Kendi çelişkilerinin zebunu olmuş, insanlığın kaderini ilgilendiren büyük çelişkilere teğet geçen milyonlarca insanın ağırlığı altında, hangi tarafa döneceğini şaşırmış bir dünyada yaşıyoruz. Her şey yolunda mı yoksa benim mi kafam karışık?
Şu garip insanların ülkesinde bir çocuk yüreğiyle dünyaya bakarken, birilerinin sürekli aydınlığa perde çekmeye çalışması nedendir? 
İnsan sormadan edemiyor: Yaşamı daha yaşanılır kılmaya çalışan sevgi ve güzellik işçileri boşuna mı çekiyorlar bunca acıyı bu değerler uğruna? İnsanlığın yüzü hep karanlığa dönük mü olacak? Boşuna mı bunca umut, özlem?..
Nedir sorumlusu tüm bunların? Sevginin, güzelliğin önüne karanlığı, çirkinliği koyan nedir? Duygularımız mı, aklımız mı?
Diyorlar ki artık akıl ön plandaymış. Akla danışılarak yapılıyormuş her iş. Öyleyse akıl bana izah edebilir mi dilenen çocukların halini? Savaşları, yoksulluğu, canına kıyılan milyonlarca masum insanı, gözyaşını, çıkar kavgalarını ve bu uğurda yok edilmeye çalışılan ülkelerin acılarını anlatabilir mi akıl bana? Yüzyıllardır aklın egemenliği değil midir tarihin kanla yazılmasını sağlayan?
Akıl, sevgiyi yüceltirken neden bağrında bu duyguyu taşıyanları yalnızlığa mahkûm eder? Aklın hüküm sürdüğü bu yeryüzünde, sevginin barınmasına olanak bırakmadığından değil midir,  bu duygunun yalnız yüreklere sığınması?
Bunca kötülük aslında aklın kötüye kullanılmasından mı kaynaklanıyor diyorsunuz? Yani diyorsunuz ki, aklın kötü bir yanı var ve iyi yanı, bu kötü yanının egemenliğini kıramadı.
Oysa sevginin iyisi-kötüsü yoktur. Sevgi salt sevgidir. Değilse adı sevgi değildir zaten. Sevgi ve akıl, insanoğlunun kullanmayı bilmediği iki kavramdır. Bu iki duygunun şeytanı, akıl değil midir? Âdem’e elmayı yediren şeytan gibi. Bir filozof diyor ki;’Kahrolası akıl, yükselişimiz senin sayende oluyor, ama yıkılışımızda senin sayende olacak.’ 
İki yol var: Ya bugüne kadar süregeldiği gibi aklın egemenliğine boyun eğip ‘İnsan insanın kurdudur.’ önermesini aklın yasası kabul etmeye devam edeceğiz ya da bir defa olsun sevgi, yalnız yüreklerdeki barınağından, salınacak yeryüzü arenasına.. Belki o zaman biraz olsun azalır kavgalar, acılar…
Bugün yapılması gereken, hedefi, zemini ve süresi belli olmayan savaşlar değil, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü yoksulluğa, yoksunluğa mahkûm eden eşitsizlikleri giderecek programların hayata geçirilmesidir. Akıl bu yönde çalıştırılmalıdır. Refahın, adaletin, özgürlüklerin ve demokrasinin tüm dünyada ve özellikle ülkemizde egemen olabilmesinin olanaklarını yaratmak için mücadele verilmelidir.
Aslında aklımızı doğru kullanarak ve içine sevgiyi de koyarak, yeni bir Türkiye, yeni bir dünya yaratmak mümkündür.
Eşitlikçi, adil, demokratik ve özgür bir ülke için, tüm halkımız bir araya gelmelidir. Gerici her türlü faaliyete dur denilmelidir. Kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda hiçbir kural ve hukuk dinlemeyen ABD ve diğer devletlere boyun eğilmemelidir. Küreselleşmeye ve yarattığı yoksulluğa, eşitsizliğe dur denilmelidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi; ’’Zafer, ‘zafer benimdir’ diyebilenin, muvaffakiyet, ‘muvaffak olacağım’ diye başlayanın ve ‘muvaffak oldum’ diyebilenlerindir.’’ 
Vatan sevgisi yüreklere hapsedilmediği zaman ve onun için mücadele edildiği takdirde ulaşılacaktır aydınlık günlere. Aydınlığımıza perde çekmeye çalışanlar kendi karanlıklarında boğulacaklardır bir gün.