4 Ekim 2016 Salı

Berfin Bahar Dergisinden...

Bu Sayıda:
Cumhuriyetin ilk aydın romancılarından...
Reşat Nuri Güntekin

Sunu / 4
Nihat Taydaş / Reşat Nuri Güntekin’in yazınımızdaki yeri / 5
Mehmet Ergün / “Yeşil Gece”den “Gecenin Ötesi”ne / 13
Arzu Kök / Kavak Yelleri ve Anadolu Aydını / 15
Hürdoğan Aydoğdu / Reşat Bey’in Değirmeni / 20
Davut Köksoy / Tiyatro aşkıyla yazılan roman: Son Sığınak / 22

4 Kasım 2015 Çarşamba

ŞAİRLERDEN İZLER

ŞAİRLERDEN İZLER


Mehmet Aydın Hocam’dan bir yeni yapıt. Bu kez “İnceleme / Eleştiri” yazıları. Bu kaçıncı kitabı, tam bilmesem de elliyi geçti sanıyorum. O denli yapıtı bir ömre sığdırmak kolay olmasa gerek. Bir önceki yapıtında yaşamını dillendiren Aydın oylumlu bir yapıtıyla çıkmıştı okur karşısına.

 Bu kez de şairlerden izlerle karşımızda. Bu, o konuda yazdığı ikinci kitabı. İlkini Bursa Eğitim Enstitüsünde hoca iken yazmış.  Yüz otuz sekiz sayfadan oluşan yapıtta şu şairlere yer vermiş. Nazım Hikmet, Melih Cevdet Anday, Ahmet Arif, Enver Gökçe, Arif Damar, Ataol Behramoğlu, Berrin Taş, Hilmi Yavuz, Ömer Faruk Toprak, Kemal Özer, Sennur Sezer,  Turgut Koçak, Mehmet Başaran, Metin Demirtaş, Attila Aşut, Müslüm Kabadayı, Ahmet Telli, Şükrü Erbaş,  Abdülkadir Budak, Arzu K. Çiçek. Gülderen Canyurt,  Abdülkadir Paksoy, Mustafa Emre, Duran Aydın, Tahsin Şimşek, Harun Ünlü, Burhan Mendi,  Mehmet Genç, Hülya Ekmekçi,  Fikret Sezgin, Necdet Tezcan, Rabia Deveci, Nazım Mutlu, Neşe Matay, Tahir Kaya, Talat Avcı, Hürdoğan Aydoğdu, Arzu Kök.

Yapıt bir “Ekin Sanat” ürünü.

Kitabında bana da yer vermesi büyük bir incelik, sanıyorum. Şimdi yazıma o bölümü aktarmak istiyorum:

 NECDET  TEZCAN

 Eğitimci ve şair Necdet Tezcan, 1942 yılında Vize, Kırklareli’de doğmuştur.

İlk ve ortaokulu Vize’de okumuş; öğretmen okulunu Çanakkale’de, yüksek öğrenimini İstanbul, Eğitim Enstitüsü’nde tamamlamıştır. Meslek dersleri  öğretmeni olarak ülkenin bir çok kentlerinde görevler yaptıktan sonra 1193 yılında emekli olup Edirne’ye yerleşir.Ayrıca şimdi orada, Edirne Yenigün (ve Keşan Önder) gazetesinin köşe yazarlığını sürdürmektedir.

Şair Tezcan, Az Bulutlu Kuşlar adlı şiir kitabında; dedelerinin Rumeli’den getirdiği sınırsız anıları yanında, Türkçenin biçimsel denemelerine de baş vurmaktadır. Bu arada Rumeli anılarını ayrılıkların uykusuz gizleriyle yoğurup onları, koynunda solduran, sarı yazlara havale etme avuntusuyla yetiniyor.

Bundan sonra emperyalizmin  yayılma stratejisini, yeğinlikle lanetler. her alanda yasakçılığın , temelden kazınmasına değinir.

 O, şiirlerinde B. Necatigil, Edip Cansever, Cemal süreye, Nâzım Hikmet, Turgut Uyar, Cahit Külebi, ve Yahya Kemal’e göndermeler yapar özellikle, ölüme teslimiyet içinde gitmeyi düşünen  Yahya Kemal’i , İstanbul  kentiyle eşdeğer tutar: “Demir alır gemisi/yedi tepe yürekli zamanda/ ne İstanbul O’nu unutur/ ne İstanbul Yahya Kemal’i” der.

Suskun bir yürekle sıra dışı şansızlıkları, terslikleri ve uğursuzlukları yakınmadan, düz bir söylemle belirtmeye çalışır. Aşkı kuma uzanmış bir Ay ışığına benzetir.Bu konuda ve yetmişlik görüntüsüne ise sarı sarı çiğdemler açtırır. Ne var ki, aşırı lüks ve süs  düşkünlüğünün  aşkı kökten  öldüreceğini belirtir.

 Sanatçı ayrıca, toplum yaşamında kendisi birtakım değerler üretmeye çabalasa da orada olumsuzluklar olanca çirkinliğiyle sırıtır. “Her şarkıya nota/her besteye şarkı sözü/ Demokratik darbelere oy deposu” diye yakınır.

BU “CADDELER” BU “SOKAKLAR” BİZİM Mİ?..

BU “CADDELER” BU “SOKAKLAR” BİZİM Mİ?..


 “…Caddelerde gezerken, başınızı yukarı kaldırıp tabelalara baktığınızda görürsünüz ki, isimlerin yüzde 70’i yabancı sözcüklerden seçilmiş. Açıyı iyi ayarlayıp bunlardan birinin önünde bir fotoğraf çektirseniz, çevrenizdekilere de ‘Bakın bu falanca ülke ziyaretim sırasında çekilmiş bir resmimdir’ deseniz, emin olun ki inanırlar.  İnsan bazen hangi ülkede yaşadığını anlayamıyor.” 
(Arzu Kök-Kültür Çağlayanı Dergisi; S. 29, s. 35)
        
Saygıdeğer Okuyucularımız!..
“Hayrettin İvgin” hocamızın “Sahibi” bulunduğu, “Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Erhan İvgin”in olduğu “Kültür Çağlayanı Dergisi”nin 2014 yılına ait son sayısında, yukarıya “serlevha” olarak aldığımız sözleri ile Sn. “Arzu Kök”, son yıllarda ülkemizin âdeta dört bir yanını kangren gibi sarmış bulunan bir illete (yabancı dil ile işyeri tabelâsı ve ürün tanıtma/yazma hastalığına) dikkat çekmiştir…   

Kök, “Etkili ve yetkililer”in yılda bir kere, o da “Dil Bayramı” denilen bir zaman diliminde, topu topu bir haftalık bir süre içerisinde ele aldıkları, geri kalan 51 haftalık zaman diliminde ise bir daha da kolaylıkla hâtırlamadıkları bir konuda oldukça çarpıcı bir ifâdede bulunmuştur: Yabancı dille yazılmış böyle bir tabelânın önünde resim çektirilmesi meselesi…    Bu tespit bizi, aşağıdaki mısralarda okuyacağınız düşüncelere sevk etti, diyor ve Siz Saygıdeğer Okuyucularımızı bu şiirimizle başbaşa bırakıyoruz…
Kalbî sevgi ve saygılarımızla… 
        
    = = =  * = = = 

Bu “caddeler”, bu “sokaklar” bizim mi?
Kâhı “Londra”, kâhı “Paris”, “Washington”;
Bu “hastalık”, yoksa başka bir “…izm” mi?..
“Dil”im bitmiş, “Türkçe” gitmiş “Thend-Son”;
“AB” ile bu da başka “çözüm” mü?..

Bu “caddeler”, bu “sokaklar” yabancı; 
“Tabelâ”yı, okuması bir sancı; 
“Yazdıran”ın, tek “para”ya inancı…
“Dil”im bitmiş, “Türkçe” gitmiş “Thend-Son”;
“Bağla” desem, “Neyi?” sorar her hancı…

Bu “caddeler”, bu “sokaklar” el bize; 
“Dil” giderse, “ülke” gelir hep dize; 
“İmdat!..” desen, kimse bakmaz hiç size…
“Dil”im bitmiş, “Türkçe” gitmiş “Thend-Son”;
Bilmem nasıl, bakarız biz yüz-yüze…

Bu “caddeler”, bu “sokaklar” bi soğuk; 
“Yıl boyunca” fırtınalı her ufuk; 
“Rasatçı”dan, bulamadım tevâfuk…
“Dil”im bitmiş, “Türkçe” gitmiş “Thend-Son”;
“Horoz” kesmiş, “bizim kümeste” tavuk…

Bu “caddeler”, bu “sokaklar” işgâlde; 
“Nine”m şaşkın, bakma bana be vâlde; 
“AVM’ler”, daha berbat bir hâlde…
“Dil”im bitmiş, “Türkçe” gitmiş “Thend-Son”;

Ali Kayıkçı

MÜTEKABİLİYET KİMİN LEHİNE (III) : DİĞER SEBEPLER

MÜTEKABİLİYET KİMİN LEHİNE (III) : DİĞER SEBEPLER

 http://cihandura.com/arsiv/diger-yazilar/837.html


KomSample Imageşunu sev ama, aradaki bahçe duvarını asla kaldırma.     Benjamin Franklin 

Bundan önceki iki yazımda mütekabiliyet ilkesinin güçlü ülke lehine işlediğini, ekonomik ve politik sebeplerden hareketle kanıtlamaya çalışmıştım. Bu son bölümde ise diğer sebepler üzerinde duracak, daha önce incelediğim sebeplere bazı eklemeler yapacağım.

I) KARŞILIKLILIK İLKESİ EŞİTLER ARASINDA ANLAMLI

Mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi ancak eşitler arasında bir anlam ifade eder. Eşitlikten maksat, ülkelerin ekonomik güç, askerî güç, siyasal güç, kültürel güç,… bakımlarından birbirine yakın, denk olmasıdır. Karşılıklılık ilkesi, tıpkı serbest mübadele gibi ancak eşitler arasında işler. “Tilki ile tavuk arasında karşılıklılık işlemez. Tilki kümese girerse, boğazlanan tavuktur. Tavuk tilkinin inine girerse, boğazlanan yine tavuktur.”  Dünya servetinin dörtte üçünü elinde bulunduran Batı Eliti’nin ekonomik gücü ile Türkiye halkınınki nasıl aynı kefeye konulabilir?

Bir yazarımızın haklı olarak vurguladığı üzere Türkiye, tıpkı 19. yüzyılın hasta adamı ilan edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde olduğu gibi, bugün de postu üzerinde paylaşım hesapları yapılan bir ülke haline getirilmiştir. Eğer Türkiye’de Türkler her bakımdan güçlü, örgütlü, bilinçli ve donanımlı olsalardı, yabancılara toprak satışından gocunmamız için bir sebep olmayabilirdi. Diyebilirdik ki biz Türkler de gider, sözgelimi Batı Trakya’da, Bayır-Bucak’ta, Kuzey Irak’ta veya Türkler için millî ve tarihî değeri olan bir başka yabancı ülkede bunun kat kat fazlası toprak alırdık. Türk Devleti de bu durumu millî siyaset ve millî hedefler bakımından değerlendirir ve belki de -el altından destekleyip- yönlendirirdi. Bugün ortada ne böyle bir devlet ne de bir millet var. Türkiye Türkleri, bırakın yabancıların sömürüsünü -ki buna artık alışmış ve alıştırılmıştır- dahası içimizdeki “yerli-yabancılar” tarafından da alabildiğine sömürülmektedir. Türkiye yalnızca bu ülkede yaşayan Türklerin sömürüldüğü bir iç sömürgedir [Hanefi Altaş, İnternetgazete, (28.8.2004)].

II) MÜTEKABİLİYETTE EŞİTSİZLİK VARDIR

Şu bir gerçektir ki birçok ülkede, örneğin AB üyesi ülkelerde yabancıların mal edinmesi katı kurallara bağlanmıştır. Türkiye’de ise, Tanzimatçı AKP Hükümeti’nin yasalarında hemen hiçbir etkili koşul yer almıyor.

A) Özellikle emperyalist ülkeler mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesinin işlememesi için ellerinden gelen her zorluğu çıkarıyorlar. Bu yüzden ilke çoğu zaman kâğıt üzerinde kalıyor. Türkiye’nin, karşılıklılık temelinde ilişkiler kurduğu birçok ülkede değil iş yapabilme, toprak satın alabilme, o ülkelere vize alıp girebilme bile pratikte bayağı zorlaştırılmıştır.  Birçok Batı ülkesi, başta Almanya, Avusturya, Belçika, İngiltere, Hollanda, İtalya, İspanya, Yunanistan gibi AB ülkeleri ve ABD; vatandaşlarımıza, mali durumlarına bile bakmaksızın vize vermekte zorluk çıkarmakta veya aşırı titiz davranmaktadır. O ülke vatandaşlarına Türkiye’nin kapıları ise  -maşallah bizim teslimiyetçilerimiz sayesinde- ardına kadar açıktır.

İkinci olarak karşılıklılıkta dengesizlik vardır. Ülkemizle karşılıklılık ilişkisi bulunmayan veya sınırlı olan Bulgaristan, Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Danimarka, Macaristan, Suudi Arabistan, Suriye ve Rusya'nın vatandaşları ülkemizde dilediklerince taşınmaz alabilmektedir. Avusturya vatandaşları Türkiye’de taşınmaz alabilirken, Türk vatandaşlarının o ülkede mülk satın alması özel izne tabidir. Bu bir dengesizlik, onur kırıcı bir durumdur. Uygulama, Avusturya dışında başka ülkelerde de görülmektedir.

B) Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yabancıya toprak satışları serbest değildir, kurallara bağlanmıştır.  

Dünyada diğer ülkelerin topraklarını kapatma şampiyonu olan İngiltere’de “Toprak devletin aslî unsurudur” anlayışı geçerlidir, yani İngiltere’nin bütün toprakları devlete aittir! Satış yapılınca, arazinin tapusu verilmez. Halk sadece toprağın üzerine inşa edilen konut ve işyerlerinin kullanım hakkına sahiptir. Dolayısıyla İngilizler Türkiye’den mülk alırken, karşılıklılık ilkesi hiçbir şekilde işlememektedir. Demek ki bu ilke bir masaldan ibarettir; tam işlemiyor, asimetriktir, Türkiye’nin aleyhine çifte standarda ve haksız rekabete yol açmaktadır. ABD ve AB ülkelerinin vatandaşları çok daha rahat ve çok kolay bir şekilde Türkiye’de mülk sahibi olup ikamet edebilmektedir. Bir yazarımız böyle “topal” bir ilkenin pratikte verdiği sonucu şu örnekle somutlaştırıyor: Biz o ülkelerde 10 taşınmaz satın alana kadar, Batılılar Türkiye’de 100 taşınmaz satın alıyor. 
Yunanistan'da yabancılar sınırda veya sınıra yakın bölgede toprak satın alamıyor. Buna karşılık Türkiye'de Ege kıyılarında yabancıların edindikleri gayrimenkullerin sayısı on bine yaklaşıyor. AB'nin yeni üyelerinden Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya'da yabancılara tarım ve orman arazisi satışı yedi yıl süreyle yasaklanmış bulunuyor. Bu yasak Polonya'da 12 yıla çıkıyor. Bulgaristan ve Hırvatistan'da da yabancılara tarım arazisi satışı yapılmıyor. Bulgaristan'da bu yasak, bahçeli konutları da kapsıyor. Türkiye'de ise satışlar, yabancıları dahi şaşırtan bir kolaylıkla sürüp gidiyor.

İskandinavlar son 10 yıldır Ispanya’da tatil merkezleri şeklinde siteler yaptırdılar. Emekli olanların çoğu buralarda yaşıyor. Yalnız bir farkla: Yabancıya ev satılıyor ama toprak satılmıyor.  İspanya’da da, Danimarka’da da, Norveç'de de toprak ulusaldır. Bu konuda koruyucu kanunlar vardır, birey ve toplum yeterli ölçüde bilinçlenmiştir.

III) EKONOMİK VE POLİTİK SEBEPLERE EKLEMELER

Burada, daha önce incelediğim ekonomik ve politik sebeplere bazı eklemeler yapacağım.

A) Batı’nın hayat felsefesi olan liberalizm ve küreselleşmenin, AB dayatmalarının ülkemizdeki en acı sonuçlarından biri; köylümüzün, tarlasını satacak derecede sefilleştirilmesi olmuştur. Mütekabiliyet ilkesinin Batı lehine işlemesini sağlayan mekanizmalardan biri de “kredi tuzağı”dır. Emperyalizm bu silahı AKP’nin yaptığı özelleştirmeler yoluyla bankalarımızı satın alarak elde etmiştir.  Batılı kapitalistler “kredi tuzağı” yoluyla tarım arazilerimize nasıl el koyuyor? Olup biteni bir araştırmacımızın, Sayın Arzu Kök’ün kaleminden özetliyorum [“Tarım Arazilerimiz Haciz Altında,” http://www.turkcelil.com, 7.4.2009]:

Perişan durumda olan Türk üreticisi şimdi de topraklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya! Girdi maliyetlerindeki artışa rağmen IMF dayatması yüzünden devlet desteği alamayan, ürünü de para etmeyen çiftçi; bazı yabancı bankaların cazip imkânlarla verdiği kredi karşılığında ipotek altına aldırdığı tarlasını da kaybetme noktasında bulunuyor. Örneğin Konya Ovası’ndaki arazilerin bir bölümü yabancı bankaların ipoteği altında, Doğu Anadolu’daki çiftçiler de aynı tehlikeyle karşı karşıya.

Tarım arazilerine el koyan özel yabancı bankaların neredeyse tamamı, Yahudi Rotschild ailesinin malı. Bir kısmı ise Yunanların satın aldığı Finansbank’a ait. Tarlaya borç yüzünden el konulamayacağını hükme bağlayan yasa ancak 9 ay sonra (Aralık 2009’da)  yürürlüğe girecek. Ne var ki yasanın yürürlük tarihinden önce yabancılar haciz taleplerini hızlandırdı. Haciz tehdidiyle karşı karşıya kalan çiftçinin yabancı bankalara olan borcu 7 milyar liraya ulaşmış bulunuyor. Borcunu ödeyemeyen üreticinin toprağı elinden alınmaya başladı. Üretim de yapamayan çiftçiler, kredi karşılığında ipotek altına aldırdığı arazilerini yabancı bankalara teslim eder duruma getirildi. Çiftçilerin kullandığı kredi miktarı 13.5 milyar liraya ulaştı. Bunun sadece 6.5 milyar lirası Ziraat Bankası’na ait, geri kalanı ise yabancıların elindeki özel bankalara olan çiftçi borçlarından oluşuyor.

B) Karşılıklılık ilkesi uygulamasında tarafların jeopolitik konumu da belirleyicidir. Bu konumdaki farklılık tarafların lehine veya aleyhine sonuç yaratır. Örneğin Amerikan, İngiliz, Fransız ya da Alman toprakları üzerinde ciddî bir dış tehdit yoktur. Buna karşılık Türkiye’nin coğrafî ve tarihî konumu son derecede istisnaîdir. Tarih kanıtlarla doludur ki Türk toprakları üzerinde emperyalizmin hainane emelleri vardır. Bu emeller hâlâ canlıdır, sürdürülmektedir. Her fırsatta belli de ediyorlar bunu. Nasıl unutulur, Lord Curzon’un İsmet Paşa’ya Lozan’da söyledikleri? Bugün AB Parlamento Başkanı J. Borrell’in “Kürdistan” diye gevelemesinin, 80 yıl önce yaşamış Lord Curzon’un cebinden çıkıp geldiğini göremeyecek kadar kör mü olduk artık? Ve o Büyük Uyarıcı, Atatürk bakın ne diyor, dinleyin: Ülkemizde ekonomik maksatlarla çalışan yabancı kişi ve kuruluşlar; bir bölgede elde ettikleri ekonomik ayrıcalıklara dayanarak, oraya ilerde sahip olma hakkını da elde etme peşinde koşmuşlardır.

C) Yabancılar, toprak satın aldıkları ülkede, belirli bölgelere koloniler halinde yerleşiyorlar. Bu, Türkiye’de de böyle…, somut örnekler vereyim: İngilizlerin en yoğun olduğu bölge; Bodrum, Marmaris ve İzmir’i kapsayan, Kuşadası ile Alanya arasındaki sahil şerididir. Kalkan’da bir İngiliz Mahallesi kurulmuştur; kent ticaretinde söz sahibi olmuşlardır. Fethiye Ölüdeniz civarında yaklaşık 4000 konut yabancıların mülkiyetindedir. Didim’in önemli bir kısmı yabancıların eline geçmiştir. Elektrik ve su faturaları İngilizce de düzenleniyor artık. Ortaca ve Dalaman ilçelerinde de İngiliz ve Alman mahalleleri kurulmuştur. Diyebiliriz ki Akdeniz sahillerimiz hızla kolonileşme yolundadır.

-Yabancıların koloniler halinde yerleşmesi, misyonerlik faaliyetlerini kolaylaştırmış ve artırmıştır. İşsiz gençlerimiz; para verilerek, kilisenin korumasına alınacakları, Avrupa’ya gönderilecekleri ve iş sahibi yapılacakları vaat edilerek hıristiyanlaştırılmakta, yabancılaştırılmakta, hattâ ajanlaştırılmaktadır.

-Yabancılara toprak satışı ile “ikiz ihanet yasaları” da denilen İkiz Yasalar arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bilindiği gibi 2003 yılında AKP ve CHP milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen bu yasalarla “dilsel ve dinsel azınlık” kavramları getirilmiş, azınlık kavramı genişletilmiş ve bir bölgede yaşayan azınlıklara kendi kaderlerini belirleme hakkı, kendi bölgelerinin yer üstü ve yeraltı kaynaklarını sahiplenme hakkı tanınmıştır. Yine aynı yasalara göre Türkiye, bu yükümlülüklerini yerine getirmediği takdirde yabancı ülkelerin askerî yaptırımları da dahil olmak üzere her türlü zorlamayla karşılaşabilecektir.

-İşin en trajik yönü ise Türkiye’de koloniler kurulmasına AKP hükümetinin de destek vermesidir! Maliye Bakanlığından yapılan açıklamalara göre, “yurdun birçok yerinde yabancılar için koloniler oluşturulacakmış, İspanyol usûlünce alt yapılarını da kendileri yapacakmış. Ancak, Türkiye başka, İspanya başka. Bugün satılan toprağın koloniye dönüştürülmesine izin verirken, yarın o toprağın Türkiye Cumhuriyeti topraklarıyla çevrilmiş “bir başka devlete ait toprak” yani “anklav” halini alabileceğini hesaba katmak gerekir [Rahşan Ecevit, Hürriyet, 29.9.2006].
-Kuşadası’nda yabancı uyrukluların da yaşadığı bir sitenin sakinlerinden Alman Profesör Helmuth Koenig sitede merkezi sistemle beş vakit ezan yayını yapılmasına dayanamayarak dairesini satışa çıkarıyor. Site sakinlerinin çoğunun destek verdiği Almana bazı yurttaşlar “Koenig çiftinin evlerine astığı Alman bayrağı da bizi rahatsız ediyor. Onlar da bayrağı kaldırsın” diye tepki gösteriyor. Sonunda site yönetim kurulu, merkezî yayının kaldırılmasına karar veriyor [Cumhuriyet, 11.6.2009]. Şimdi benim sorum şu: Koenig çifti, Alman bayrağını kaldırdı mı?  Aslında bu bayrak asma işi ilk değil, daha önce de yaptılar bunu Almanlar. Bu olayları Türkiye’de adet olduğu üzere “münferit olaylar” deyip geçmemeli. Çok değil 50 yıl sonra onbinlerce Alman, ellerinde bayrakları, “Burası Almanların, özerklik isteriz” diye haykırarak sokaklarda yürümeye başlayabilir.

D) Türkiye kendi millî meclisimizin çıkardığı yasalarla “Filistinleşme”ye doğru adım adım sürükleniyor. Gelir düzeyi düşük halkımızın elindeki mülklerin, “yüz milyarlar” teklif eden yabancı şirketlere satılmasına izin veriliyor. Oysa gözden uzak tutmamak gerekir ki yabancı ülke şirketlerinin ve vatandaşlarının Türkiye’de toprak satın almalarının arkasında Rum ve Ermeni lobileri de bulunmaktadır. Türkiye’den Batı ülkelerine göçmüş ve o ülkelerin vatandaşlığına girmiş Ermeni ve Rumların torunları, bugün değişik isimlerle dedelerine ait sandıkları toprakları ele geçirmeye kalkışıyorlar. Önümüzdeki yıllarda Kapadokya’da, Foça’da, Fethiye’de “binlerce Ermeninin” toprak satın alarak oluşturduğu yeni yerleşim birimlerinin, Türkiye’nin başına ne dertler açabileceğini tahmin etmek zor değildir  [M. Bayraktar, Yeni Mesaj, 19.9.2003].
Son olarak ekleyeyim ki Yunanistan’ın 10 Megalo İdeası’ndan biri Karadeniz bölgesinde Pontus devletinin yeniden kurulmasıdır. Bu durumda şu gelişme anlamlı olmalıdır: Yunanistan epeydir Karadeniz’le ilgileniyor. Fener Rum Patriği Kastamonu'da eski Rum evlerini ziyaret ediyor. Belediye başkanı ve Valinin şeref konuğu (!) oluyor. Hedef Rum'ların, Ermenilerin geçmişte oturdukları topraklara sahip çıkma davasını gündeme taşımak olabilir mi?

‘***’

Mütekabiliyet ilkesi Batı’nın, zayıfları sömürmek için kullandığı bir araçtır; Çirkin Batı her alanda yüz yıllardır kullanmıştır onu. Serbest ticaret, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, karşılıklı kültür alış verişi… hepsi mütekabiliyet ilkesine dayanır ve daima güçlü olanın lehine işler.
Zayıf olan ise sürekli kaybeder: Türkiye gibi!
AKP’nin yönettiği Türkiye gibi!

Prof. Dr. Cihan Dura


Kültür Çağlayanı

Kültür Çağlayanı 

“Sanatçı toplumda uzun çabalardan sonra alnında ışığı hisseden ilk kişidir.” 
Yüce Atatürk’ün bu sözünü Kültür Çağlayanı Dergisi’nin Mayıs Haziran 2015 sayısının kapağından aktardım.

Kültür Çağlayanı dergisi altı yıldan beri ikişer aylık periyotlarla yayın hayatını sürdürüyor. Her sayısının kapağında güzel bir tablo ve Atatürk’ün bir vecizesi yer alıyor. Örneğin Mart Nisan 2015 aylarına ilişkin 31. Sayıda Atatürk’ün “Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın,” sözü yer almıştı. Ocak – Şubat aylarına ilişkin 30. Sayı yer alan söz şöyleydi:   “Biz daima hakikat arayan, onu bulunca ve bulduğuna kani olunca açıkça söylemekten kaçınmayan insanlar olmalıyız.”

Kültür Çağlayanı; eğitim, kültür, sanat, edebiyat ve halkbilimi dergisi. Ülkemizde benzeri çok az bulunan yayın organlarından biri. Kelaynak kuşları gibi korumak kollamak gerek.

Kültür Çağlayanı’nı kültürümüzün anıt insanlarından Hayrettin İvgin çıkarıyor. Erhan İvgin de yönetiyor.

Kültür Çağlayanı’nın 32. Sayısında, Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Nuray Bilgili'nin "Tamgalar" adlı eserini irdelemiş. Prof. Dr. Taciser Onuk 19 Mayıs’ın günümüz açısından önemine değinmiş.  Hayrattin İvgin’in dışında bir başka Türk Kültürümüzün  anıt insanı Nail Tan; ÇEKÜL Vakfınca yayımlanan Tosya Evleri adlı kitabı tanıtmış. Dr. Yaşar Kalafat, yazısında Diyanet İşleri Bakanlığı'nın arşiv kayıtlarına göre, Trakya’daki Türk-İslâm ulularını tanıtmakta. Hayrettin İvgin’in yazısı Âşık Veysel'in Hakk'a yürüyüşünün 42. yılı ile ilgili: “Aşık Veysel Sesleniyor: İkilikten Gelir Belâ” Eğitimci yazar Ömer Ünal önemli bir çalışmaya imza atmış: “Anadolu ve Anadolu’nun Erken Türkçe  Adı Urum-Rum Sözleri Üzerine Bir araştırma.”

Mehmet Nuri Parmaksız'ın yazısının başlığı “Yâr düşünde kaybolmak.” İbrahim Gösterir "sözlük destan" diye tanımlanan şiirlerden söz ediyor. Osman Baş, Bakü'de yaşayan Prof. Dr. Elçin İsgenderzade'yi anlatırken esasında har-ı bülbül çiçeğini tanıtmış.
Üsteğmenin Avradı” bu anlamlı hikâyenin yazarı emekli paşalarımızdan Fazıl Bayraktar. Kültür Çağlayanı içeriğinin ikinci hikâyesi Aysel Çoban’a ait. Onur Sancak program sunucusu Yunus Gülce ile söyleşi yapmış. Nail Tan'ın "Oz-Köz-Söz" kitabına ilişkin yazıma da yer vermişler.  Emine Pişiren asalak kişiliklere değinmiş.

Ali Kayıkçı'nın yazısı cadde ve sokaklarla ilgili. Kaybettiğimiz değerlere ilişkin düşüncelerini Arzu Kök yazıya dökmüş. Muhsin Durucan "önyargı" konusuna değiniyor.  Vefa insanı Abdülkadir Güler ise, İsa Kayacan'ı hatırlatıyor. Erhan İvgin'in deneme yazısının başlığı ise “Eylem”…
Kültür Çağlayanının bu sayısında da bir birinden güzel şiirler var. İmzalarını gördüğümüz şairler şunlar:

Bu sayımızda hangi şairlerin şiirleri yer alıyor? Şunlar: Âşık Dudahî (Murat Güvendik), Ali Naili Erdem, Nevin Kılıç, Ayhan Nasuhbeyoğlu, Şakir Susuz, Orhan Vergili, Durak Turan Düz, Emrah Çap, Filiz Şahin, Rüstem Badılı, Muhammed Türker, Mehmet Nacar, Bayram Yelen, Doğan Yalçın, Cemal Karsavran, İbrahim Yaman, Necdet Taşkın, Vedat Fidansoy, Âşık Ayten Gülçınar, Burak Keskin, Nursen Özdoğan Kurban.

Ahmet Özdemir

8 Kasım 2014 Cumartesi

'Ölmez ağacı'nı öldürdüler, Arzu KÖK (CUMHURİYET, 07 Kasım 2014)

'Ölmez ağacı'nı öldürdüler

Cumhuriyet, Arzu KÖK

"Manisa'nın Soma İlçesi Yırca Mahallesi'nde, yapılacak olan termik santralin kurulacağı alandaki zeytin ağaçları, bu sabaha karşı dozerlerle söküldü. Engel olmaya çalışanlar ise tartaklandı"
Arzu Kök yazdı...
Yayınlanma tarihi: 07 Kasım 2014 Cuma
Termik santral için yüzyıllık zeytin ağaçları sökülüyor, insanlar dövülüyor. Doğaya ve insanlığa ihanet değil de nedir bu?

Zeytin ağacı = Ölmez Ağacı = Sonsuzluğun Simgesi olarak adlandırılır bu ağaç. 3 büyük dinde geçen Zeytin Ağacı için söylenen ilk Latince cümle:  “olea prima arborum umnium est” yani “Zeytin bütün ağaçların ilkidir” Ve o,  yeryüzündeki ağaçların en uzun yaşayanıdır. İnsanlığın yaralarını iyi edecek merhemdir o. Lezzetli, bol enerjili besin maddesidir. Ve Karanlıkları aydınlatacak bir alevdir.

Herkül’ün silahı “Zeytin Dalı”ndan yapılmıştı. Zeytin Ağacını kesmek günahların en büyük olanıydı. Mısırlıların zeytin ağacının yapraklarını ezerek elde ettikleri, krallarını mumyalamakta kullandıkları kıymetli yağ... Sezar’ın Tacı da Zeytin dalındandı. Yapılan müsabakalarda kazanan sporculara Zeus’un kutsal korusundan alınan Zeytin Dallarından yapılan taç takılırdı. Ayrıca Kazanan Atletlere 140 Amfora Zeytinyağı verilirdi. Zeytinyağı, maddi zenginlik ve sağlık kaynağıydı.

Yaşamın sürekliliğini gösteren ağaç... Barış, sevgi, dostluk, sağlık, zafer, ölümsüzlük, bilgelik, akıl, başarı ve adalet simgesi... İşte bu yüce ağaç, gövdesi kurusa bile köklerinden yeniden filizlenir. Ve yaz - kış daima yeşildir zeytin ağacı...

Hâkimler Kitabı'nda geçen bir öykü, ağaçların kendilerine kral seçmek için ilk olarak zeytin ağacına başvurduklarından bahseder: "Vaktiyle ağaçlar, kendilerine kral meshetmek için gittiler ve zeytin ağacına dediler: Bize kral ol. Ve zeytin ağacı onlara dedi: Allah'ın ve insanın bende sena ettikleri (övdükleri) yağımı bırakayım ve ağaçlar üzerinde sallanmaya mı gideyim?"Zeytin ağacından "hayır" yanıtını alırlar. Çünkü o insanlığa hizmeti görev kabul etmiştir. Başka şeyde gözü yoktur. Şimdi ise bu kutsal ağacı kesmek için, üstelik doğaya aşırı derecede zarar verecek, doğanın ve o bölgedeki belki de insanların yok olmasına neden olacak bir Termik Santral için kıyılıyor bu ağaçlara. Değer mi?

Tapusu köylülerin elinde olmasına rağmen zeytin ağaçlarının olduğu araziler köylü geçişine engellenmiş. Zeytin ağaçlarına ve arazisine sahip çıkmak isteyen köylü ise darp edilmektedir. Üstelik devlet buna seyirci kalmaktadır. Arazisine sahip çıkmak isteyen köylü darp ediliyor bir de kelepçeleniyor, hukuk ayaklar altında çiğneniyor ve devlet sessiz. Şirket nasıl ve hangi gücü arkasına almış ki böyle pervasızca hareket edebiliyor? Ahmet Arif’in şiirinde dediği gibi Yırca’da taşları bağlamışlar, köpekler başıboş geziyor.

Soma’da tam bir hukuksuzluk hali, yargısal körlük yaşanıyor. Acele kamulaştırma, bütün her şeyin mutlak kararı gibi gösteriliyor. İlçe Tarım Müdürlüğü, kendilerinin zeytin kesme izni vermediğini söylüyor. Soma ve Manisa belediyeleri, bölgenin planlarında tarım alanı olarak geçtiğini belirtiyor. Yani orada ancak zeytincilik yapabilir deniyor. Ancak vali, kaymakam, savcının tutumu nedeniyle jandarmanın da elini kolunu bağlayan bir idari zafiyet var. Devlet köylüye sahip çıkmıyor. Oysa Atatürk “Köylü milletin efendisidir” demişti. Ve bugün gelirken “Milletin hizmetkarı olacağız”sloganı gelenler milletin efendisi köylüye her türlü eziyeti reva görüyor.

O bölge 1. sınıf tarım arazisi olarak geçiyor. Soma’nın oksijen kaynağı aynı zamanda o zeytin ağaçları. Şimdi onları keserek o bölgeyi nefessiz bırakmak, hatta daha da beteri yok etmek istiyorlar.  Bu şirket ve diğerleri yaşamı tehdit ediyorlar ve devlet bunlara kol kanat geriyor. Bu güzelim ülkenin doğası ve insanları yok olsa kimsenin umurunda olmayacak gibi.  Umarım ki bu gidişe bir son verilir. Termik santralı yerine neden rüzgar santraları yapılmıyor? Neden doğaya, insanlara zarar vermeyecek yöntemler devreye sokulmuyor? Bu güzelim ülkeden ve insanlarından bu kadar mı nefret ediliyor?

İlerleme zannediliyor bu yapılanlar. Oysa asıl ilerleme doğaya tek bir zarar vermemektir. Evet elektrik üretilmelidir ama tek bir ağaç kesilmeden, tek bir nehir yok edilmeden. Ki doğa bize bunu yapmamız için türlü imkanlar vermiş. Rüzgar enerjisinden faydalanabiliriz. Güneş enerjisinden faydalanabiliriz. Ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili, dalgalardan faydalanabiliriz. Ama ne yapılıyor ülkemizde ha bre termik santral açılıyor, yapılıyor. Üstelik termik santrallerin doğaya, bulunduğu bölgedeki insanlığa zararları bilinmesine rağmen.

Unutulmasın ki kesilenler zeytin ağacıdır ve mitoloji zeytin ağacına zarar verenlerin kaderini çok iyi anlatmıştır. Rant uğruna insanlığa ve doğaya zarar verenler kendilerine ve çocuklarına da büyük zararlar verdiklerinin farkındalar mı acaba? Zeytin ağaçlarını kesmeyin efendiler. Doğaya kıymayın. Köylülere kıymayın efendiler…
Arzu Kök

25 Eylül 2014 Perşembe

Latin Amerika solu ilerliyor Korkut Boratav

Tuesday, 26 February 2013 - 10:14

Latin Amerika solu ilerliyor

Korkut Boratav
Korkut Boratav'ın “Latin Amerika solu ilerliyor” başlıklı yazısı 26 Şubat 2013 Salı tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.
Ekvador’da yedi yıl içinde üçüncü zaferini kazanan solcu Başkan Rafael Correa, ABD emperyalizmine karşı bağımsızlığı ve Ekvador’da “21. yüzyıl sosyalizmi”ni kurmayı hedefliyor.
On beş milyon nüfuslu, petrol ihracatçısı Ekvador’da 17 Şubat’ta seçimler yapıldı. Solcu Başkan Rafael Correa ilk turda yeniden seçildi. Başkan’ı destekleyen Alianza Pais hareketinin, parlamentoda da çoğunluğu elde ettiği anlaşıldı.
Yedi yıl içinde Correa üçüncü seçim zaferini kazanmış oluyor. Üstelik her seferinde güçlenerek… 2006’da ancak ikinci turda seçilebiliyor. 2009’da yüzde 52 oyla ilk turda seçiliyor; geçen hafta aldığı oy oranı ise yüzde 57… Dahası, 2008’de “ilerici ve yeşil” öğeler içeren yeni anayasanın halk oylaması da büyük farkla kabul ediliyor.
Correa, ABD emperyalizmine karşı bağımsızlığı ve Ekvador’da “21. yüzyıl sosyalizmi”ni kurmayı hedeflemektedir. Sancılı dönüşümleri gerektiren hedefler… Bu sancılar, nasıl olup da seçim başarılarını engellemedi? Yoksa, gösterişli hedefler, egemen güçlere teslimiyeti gizlemek için mi kullanıldı? Birkaç bilgi aktaralım; değerlendirelim.
Rafael Correa solcudur; ancak solculuğu devrimci hareketlerden ve Marksizmden beslenerek oluşmamıştır. Eylül/Ekim 2012 tarihli New Left Review’da yayımlanan bir söyleşide, Correa, dünya görüşünün Katolik kilisesinin “kurtuluş teolojisi”nden esinlendiğini açıkça ifade ediyor.
Yoksul bir aileden gelmektedir. Lise sonrasında hep burs alarak okumuş; ülkesinde, Belçika ve ABD’de iktisat eğitimi almıştır. ABD’deki doktorası, Latin Amerika’daki “piyasacı reformların eleştirisi” üzerindedir. 2001’de ülkesine, neoliberalizm karşıtı bir iktisatçı olarak döner.
Döndüğünde, Ekvador çok ağır bir finansal çöküntüden geçmiş; ulusal para “sucre” lağvedilmiş; dolar resmi para olmuş; hiper enflasyon böyle önlenebilmiştir. Toplumsal muhalefet dalgaları, sekiz yılda dört başkanı istifaya zorlamıştır. Bir iktidar boşluğu sırasında genç Correa kendisini Maliye Bakanı olarak bulur. 100 günlük bakanlığı süresinde, IMF reçetelerine şiddetle karşı çıkar; istifa etmek zorunda kalır; ancak birdenbire halk sınıflarınca benimsenir. 2006 sonundaki seçime bir sol platformun başkan adayı olarak katılır ve kazanır.
Altı yıllık iktidarı boyunca Correa ABD hegemonyasını reddeden bir dış siyaset izledi; Latin Amerika’daki sol cephenin radikal kanadında yer aldı. Küba ve Venezuela ile çok yakın ilişkiler oluşturdu. ABD üyeliğini dışlayan Latin Amerika ve Karaib örgütlerinin (ALBA ve CELAC’ın) kuruluşuna öncülük etti; ülkesindeki ABD üslerini kapattı.
Tartışmalı konular Correa’nın içe dönük uygulamalarıyla ilgilidir. Başkanlığı devraldıktan bir yıl sonra ABD’de finansal kriz patlak verir. Ekvador’u da şiddetle etkiler. Correa anlatıyor: “Petrol fiyatı düştü. İhraç pazarları daraldı. Dışarıdaki işçilerimizin transferleri kurudu. Ekonomi dolarlaşmış olduğu için en önemli bir politika aracından (devalüasyondan) yoksunduk. Merkez Bankası bağımsızdı; bu nedenle hükümetler değişir; neo-liberal politikalar aynı kalırdı. Dış borç yükümlülükleri bütçenin yüzde 40’ını alıp götürüyordu.” Bu anlatım, Ekvador ekonomisini emperyalizme bağımlı kılan önemli öğeleri teşhis ediyor.
Correa teşhisten öteye gitti. Anayasa referandumu ile Merkez Bankası’nı hükümete bağladı. Dış borçlanmalardaki yolsuzlukları, ahlak-dışı çıkar ilişkilerini belirledi. Tek yönlü bir moratoryum ilan edildi; sonrasında borçların üçte ikisi silindi. Bankaların likit varlıklarının en az yüzde 60’ının, Merkez Bankası rezervlerinin önemli bir bölümünün ülke içinde tutulması kararlaştırıldı. Sermaye çıkışlarına, bankaların dış varlıklarına, bazı banka işlemlerine uygulanan vergiler ve şirketlerin vergi oranlarındaki artışlar bütçeye önemli destekler sağladı.
Bütçe gelirlerinde ve dış kaynaklarda sağlanan artışlar, güç koşullara rağmen Ekvador’un bir sosyal devlete dönüşümünde önemli adımlar atılmasını sağladı. Asgari ücretler, yoksul ailelere parasal yardım, devletin altyapı, eğitim, sağlık, sosyal konut harcamaları hızla yükseldi.
Bu politikalar içinde (ve Correa’ya göre onların sayesinde) Ekvador 2009 krizini kazasız-belasız atlattı. 2007-2012 yıllarının ortalama büyüme hızı yüzde 4,4’tür. (Türkiye’nin aynı dönem ortalamasının yüzde 3,6 olduğunu hatırlatalım.)
Bu dönüşüm içinde kamulaştırmalar yoktur. Dev petrol şirketlerini millileştirmek yerine, vergi/paylaşım oranlarını yüzde 20’den yüzde 80-85’e yükseltti. Yabancı şirketlerle ham petrol yatırımları için lisans anlaşmaları yaptı. Yerli halklar, yaşam koşullarını tehdit eden bu yatırımlara karşı direnme eylemleri başlattı.
James Petras’a ve Arzu Kök’e göre, bu uygulamaları “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak nitelendirmek yanlıştır. Petrol rantından elde edilen payın artırılmasının mümkün kıldığı popülist sosyal politikalar söz konusudur; o kadar… Yüksek petrol fiyatları son bulunca, bu uygulamaların sürdürülmesi mümkün değildir.
Doğrudur. Yine de, Correa’nın petrol bağımlılığı nedeniyle “bıçak sırtında”, kırılgan bir ortamda elde ettiği seçim zaferi, dünya solu için de bir kazanımdır. Emperyalizmin tahakkümüne karşı halk sınıflarının direnmesinden güç aldığı için…