2 Ocak 2014 Perşembe

SİYASET BYAPMAK

Yönetme olgusu yaşamın tüm süreçlerinde kendine özgü değişik biçimlerde karşımıza çıkar.
Bu açıdan herkes yöneten ve yönetilen olarak bir biçimde bu olguyla iç içedir. Devlet içindeki yönetim –ki bu siyasal iktidardır- yaşamın bütün alan ve süreçlerini etkiler. Bu nedenle de siyasal iktidarı elde etme veya onu etkileme etkinliklerinin hepsi siyaset kavramının içeriğini oluşturur. İdeal anlamda ‘Demokrasi’ halkın kendi kendini yönetme biçimi olarak tanımlandığında ve buna uygun mekanizmaların işleyişi saptandığında gerçek anlamda demokrasiden söz edilebilir. Görüldüğü gibi her iki kavram da yaşamın tüm alanlarında paralellik göstermektedir. Buna rağmen birine olumlu anlamlar yüklenirken diğerine olumsuz anlamlar yüklenmektedir. Bu durumda bir yandan demokrasi istenirken diğer yandan da siyasetten uzak durmak nasıl açıklanabilir ki?
Halk arasında yaygın bir deyiş vardır: ’ Hiç kimse benim ayranım ekşidir demez.’ Sözlerde en ideal şeyler dile getirilirken, bununla örtüşmeyen davranışlarda bulunulmaktadır. Demek ki söz ve davranış arasında paralellik yoktur. Bence amaç ile söylenen arasındaki çelişki kasıtlı bir yanıltmanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Demokrasi özlemini dile getirirken siyasetten uzak durmak bu anlatıma çok uygun bir davranıştır. Ancak bu siyasetin olumsuz çağrışımından kaynaklanan bir durumdur.
Yalın gerçek her zaman yöneteni korkutur. Aslında gerçek herkesi korkutur. Farklı olan, bu korkunun altında yatan nedenler ve ortaya çıkan sonuçlardır. Doğal olarak yanıltmanın yöneldiği amaçlarda farklılık gösterir. Siyaset ise yanıltma çabalarının en yoğun olarak yaşandığı alan olarak gözlenmektedir. Çünkü siyasal erki elinde bulundurma veya o erki elde etme; yaşamı kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmek demektir. Bu anlamda da kimi çarpıtmalarla suyu bulandırarak insanları dışarıda bırakmak bazı çevreler için elverişli olabilmektedir.
Son zamanlarda yaygın bir kanıdan söz edilebilir. Bu ise; siyasetin kirli ve yalancıların işi olduğu biçiminde özetlenebilir. Bu özdeşleşme sonucunda siyasetten uzaklaşan bir kitle oluşmaktadır. Hatta kendini aydın olarak kabul eden bir kesimin de bu sürece dahil olduğu görülmektedir. Gerek bilinçli gerekse bilinçsizce bu görüşün benimsenmesi geleceğe dönük önemli tehlikelere gebedir.
Siyaset, insanın bütün yaşamını düzenleyen hukuk sisteminin uygulanmasından sorumlu bir alandır.
İnsanın düşünsel yaşamından özel yaşamına kadar akla gelen her alanla iç içedir. Bu açıdan insanın temel hak ve özgürlükleri de bu alanın içinde yer alır. O halde siyaset yapmanın her insan için kaçınılmaz olması gerekmektedir. Oysa toplumda bu alanda etkinlik göstermek, eşittir ‘yalancılık’ şeklinde tanımlandığından ve kimse yalancı olmak istemediğinden alanın dışına itilir; ancak alanın etkisinden kurtulamaz. Bu ise siyaset kavramının olumsuz çağrışımının bir sonucudur. Oysaki siyaset alanı ve süreçleri nasıl olur da kendiliğinden olumsuz bir anlama sahip olur.
Siyaset süreci içinde yer alanların, oluşuma katkıda bulunanların amaçları ve siyaset yapma tarzlarının şu ya da bu olması o alanı öyle kılmaz, Siyaset yapanların amaçları ve siyaset yapma tarzları değişirse onun tersine çevrilmesi de söz konusudur. Bu anlamıyla da işin özü sürece müdahaleyle bağlantılıdır. Bu anlamıyla yaşamımızla iç içe olan bir alana müdahale etmek, olması gereken doğal bir hakkımızdır. Siyasetin olumsuz çağrışımından arındırılması ve gereği gibi yapılmasını sağlamak için bu süreçlere müdahale bize haktan öte bir görev sorumluluğu yükler. Eğer biz iyi ve temiz olduğumuza inanıyorsak, siyasal süreçlere aktif olarak müdahale ederek, onu özlemlerimize uygun bir biçime getirerek, yönetim olgusunu olumsuzluklardan arındırmak durumundayız. Siyaset ve demokrasinin iç içeliği düşünüldüğünde bu uğraşıların olumlu sonuçları olacağı açıkça görülmektedir.

Siyasete aktif katılımla, demokrasinin de kurum ve kurallarına uygun işletilmesi ve yerleştirilmesi sağlanabileceği gibi, demokrasi kültürünün oluşmasına da katkı sağlanmış olacaktır. Kitlelere demokrasi için uğraşı ve siyaset yapma çağrısında bulunurken herkesin durup bir düşünmesini istiyorum. Unutmamalıyız ki bu ülke hepimizin. Sahip çıkmalıyız ona…

DİLİMİZ VE DİL BAYRAMI

“Bir ülkeyi ele geçirmek isteyenler, önce dilini ele geçirirler” diyor Konfüçyüs. Sonrasında da ekliyor; ” Bir ulusun önce dilini geliştiririm. Dil düzgün olmayınca; söylenen, söylenmek istenen değildir. Söylenen; söylenmek istenen olmayınca, yapılması istenen yapılmadan kalır, yapılması gereken yapılmadan kalınca, töreler ve sanat geriler. Töreler ve sanat gerileyince, adalet yoldan çıkar.
Adalet yoldan çıkınca, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı, söz başıboş bırakılmaz.”
Yani her şey,  dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Zira milletlerin gelişmişlik seviyeleri dil ile ölçülür. Yani medeni olmanın ön koşulu dildir.
Türkçe, 1928 Harf Devrimi’nin gerekçelerinde belirtildiği gibi, Latin Temelinden Alınan Modern Türk Alfabesi’ni kullanır. Ulu Önder Atatürk Harf Devrimi ardından ‘Güneş Dil Teorisi’ni ortaya atarak, Türkçe’nin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Birçok kavramın da Türkçe karşılıklarını kendisi bularak dilimize kazandırmıştır.   Unutmayalım,
Türkçe gelişmiş bir dildir: çünkü Türkçe’nin söz varlığı bugün 75.000 civarındadır. Türk Dil Kurumu’nun 1945′te çıkardığı birinci baskı Türkçe Sözlük 20.000 civarında kelime varken, 1998′de çıkardığı Türkçe Sözlükte 75.000 kelime vardır. Yeryüzünün en eski ve yeni coğrafya parçasında en çok konuşulan gelişmiş, zengin bir dildir. 1980′lerin ortalarında UNESCO hazırladığı raporda, Türkçe’nin konuşulan sayısı bakımından dünyanın beşinci büyük dili olduğunu açıklamıştır.
Böylesine zengin ve güzel bir dilimiz varken onu bozmaya yok etmeye çalışıyorlar. Onu daha da zenginleştirip doğru kullanımını sağlamak dururken. Neden ? Çünkü dış mihraklar dilimizi yok etmek istiyorlar.
Türkçemiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgârın etkisiyle bir bozma akıldışlığına uğruyor.
Türkçe’nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi.
Caddelerde gezerken başınızı yukarı kaldırıp tabelalara baktığınızda görürsünüz ki isimlerin %70′i yabancı sözcüklerden seçilmiş. Açıyı iyi ayarlayıp bunlardan birinin önünde bir fotoğraf çektirseniz, çevrenizdekilere de ‘Bakın bu falanca ülke ziyaretim sırasında çekilmiş bir resmimdir’ deseniz emin olun ki inanırlar. İnsan bazen hangi ülkede yaşadığını anlayamıyor. Burası Türkiye, beyler, bayanlar.
Dilimize sahip çıkalım. Dilimizi yok etmek isteyen dış mihraklara ve onlara çanak tutanlara izin vermeyelim. Dilimizi doğru kullanalım, kullandıralım.
Bir de dilimizin bu halde oluşu hep gençliğin suçu gibi gösterilip duruluyor. Peki bir genç, kendisini ve çevresini anlamaya başladığı andan itibaren, en utanç verici işler için, “Bunu yapsa yapsa bir Türk yapar” dendiğini duymuşsa, “Burası Türkiye” lafının “Burada her halt edilir!” anlamına geldiğini öğrenmişse, göğüs kabartacak yerli üretimin bile yabancı markaymış gibi sunulduğuna tanık olmuşsa, o gencin kendisiyle ve ülkesiyle övünmesi mi beklenir; yabancı olması koşuluyla her kültüre hayran olması mı? Türkçe’yi düzgün konuşması mı, yabancı dillerde konuşması mı? Durum böyleyken hala gençleri mi suçlayacaksınız, merak ediyorum doğrusu. Atalarımız “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” derler. Ama nedense hiç o iğne bize batmaz.
Suçlu hep dışarılardadır. Kendisini aydın olarak tanımlayanlar, yazarlar, çizerler bile Türkçe’nin düzgün kullanımını geri plana ittikten sonra diğer insanlarımızdan ne beklenebilir ki?
Umutsuz değilim yine de. İnanıyorum ki dilimizin önemi er ya da geç anlaşılacak ve ulaşacaktır hak ettiği yere. Dilimiz yatağından çıkmış bir su örneği, Türk Milleti tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir. Bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim. Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…

Dil Bayramı kutlu olsun…

SEVGİ VE AKIL

Vicdanı delinmiş bir dünyada yaşıyoruz. Kendi çelişkilerinin zebunu olmuş, insanlığın kaderini ilgilendiren büyük çelişkilere teğet geçen milyonlarca insanın ağırlığı altında, hangi tarafa döneceğini şaşırmış bir dünyada yaşıyoruz. Her şey yolunda mı yoksa benim mi kafam karışık?
Şu garip insanların ülkesinde bir çocuk yüreğiyle dünyaya bakarken, birilerinin sürekli aydınlığa perde çekmeye çalışması nedendir? 
İnsan sormadan edemiyor: Yaşamı daha yaşanılır kılmaya çalışan sevgi ve güzellik işçileri boşuna mı çekiyorlar bunca acıyı bu değerler uğruna? İnsanlığın yüzü hep karanlığa dönük mü olacak? Boşuna mı bunca umut, özlem?..
Nedir sorumlusu tüm bunların? Sevginin, güzelliğin önüne karanlığı, çirkinliği koyan nedir? Duygularımız mı, aklımız mı?
Diyorlar ki artık akıl ön plandaymış. Akla danışılarak yapılıyormuş her iş. Öyleyse akıl bana izah edebilir mi dilenen çocukların halini? Savaşları, yoksulluğu, canına kıyılan milyonlarca masum insanı, gözyaşını, çıkar kavgalarını ve bu uğurda yok edilmeye çalışılan ülkelerin acılarını anlatabilir mi akıl bana? Yüzyıllardır aklın egemenliği değil midir tarihin kanla yazılmasını sağlayan?
Akıl, sevgiyi yüceltirken neden bağrında bu duyguyu taşıyanları yalnızlığa mahkûm eder? Aklın hüküm sürdüğü bu yeryüzünde, sevginin barınmasına olanak bırakmadığından değil midir,  bu duygunun yalnız yüreklere sığınması?
Bunca kötülük aslında aklın kötüye kullanılmasından mı kaynaklanıyor diyorsunuz? Yani diyorsunuz ki, aklın kötü bir yanı var ve iyi yanı, bu kötü yanının egemenliğini kıramadı.
Oysa sevginin iyisi-kötüsü yoktur. Sevgi salt sevgidir. Değilse adı sevgi değildir zaten. Sevgi ve akıl, insanoğlunun kullanmayı bilmediği iki kavramdır. Bu iki duygunun şeytanı, akıl değil midir? Âdem’e elmayı yediren şeytan gibi. Bir filozof diyor ki;’Kahrolası akıl, yükselişimiz senin sayende oluyor, ama yıkılışımızda senin sayende olacak.’ 
İki yol var: Ya bugüne kadar süregeldiği gibi aklın egemenliğine boyun eğip ‘İnsan insanın kurdudur.’ önermesini aklın yasası kabul etmeye devam edeceğiz ya da bir defa olsun sevgi, yalnız yüreklerdeki barınağından, salınacak yeryüzü arenasına.. Belki o zaman biraz olsun azalır kavgalar, acılar…
Bugün yapılması gereken, hedefi, zemini ve süresi belli olmayan savaşlar değil, dünya nüfusunun önemli bir bölümünü yoksulluğa, yoksunluğa mahkûm eden eşitsizlikleri giderecek programların hayata geçirilmesidir. Akıl bu yönde çalıştırılmalıdır. Refahın, adaletin, özgürlüklerin ve demokrasinin tüm dünyada ve özellikle ülkemizde egemen olabilmesinin olanaklarını yaratmak için mücadele verilmelidir.
Aslında aklımızı doğru kullanarak ve içine sevgiyi de koyarak, yeni bir Türkiye, yeni bir dünya yaratmak mümkündür.
Eşitlikçi, adil, demokratik ve özgür bir ülke için, tüm halkımız bir araya gelmelidir. Gerici her türlü faaliyete dur denilmelidir. Kendi çıkarları ve hedefleri doğrultusunda hiçbir kural ve hukuk dinlemeyen ABD ve diğer devletlere boyun eğilmemelidir. Küreselleşmeye ve yarattığı yoksulluğa, eşitsizliğe dur denilmelidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi; ’’Zafer, ‘zafer benimdir’ diyebilenin, muvaffakiyet, ‘muvaffak olacağım’ diye başlayanın ve ‘muvaffak oldum’ diyebilenlerindir.’’ 
Vatan sevgisi yüreklere hapsedilmediği zaman ve onun için mücadele edildiği takdirde ulaşılacaktır aydınlık günlere. Aydınlığımıza perde çekmeye çalışanlar kendi karanlıklarında boğulacaklardır bir gün.